Kış geldi, yine gönlüm hoş değil!
Şüphesiz her mevsimin kendine has güzellikleri, insanlara sayısız armağanları vardır. Buna bir itirazım yok.
Karın yağması tabiatın bembeyaz bir örtüye bürünmesi, eşsiz bir görüntü verir. Okulların tatil olması, kartopu oynanması, kızak kaymalar... Bunlar hep kışın, karın güzellikleridir.
Kar bol su, bolluk, bereket demektir. Bu, Yaratanın bize verdiği en güzel armağanlardan biridir.
Karla örtülü tabiatın güzel görüntüsü beni de çok etkiler. Etkiler ama soğuk ve kar benim hep içimi burkar. Neden mi? Bunu sizlerle paylaşayım. Belki az da olsa bana hak verirsiniz. Haksızsın hocam derseniz ona da eyvallah, ona da saygım var. Sizin canınız sağ olsun.
Karlı bir kış günü yolculuğu sırasında babam üşütüp zatürree oldu ve maalesef bir daha düzelemedi. Ben henüz 10 yaşındayken hayata gözlerini yumdu. Çok ama çok sevdiğim babama doyamamıştım. Elinden tutup istediğim gibi gezememiştim. Arkadaşlarım babaları ile dolaşırken ben sadece onlara imrenerek bakmakla yetiniyordum. O zaman karakışla aramıza soğukluk girdi. Boşuna karakış dememişler.
İşte bunun için sevmiyorum kışı.
* * *
Babamı kaybedeli çok az bir zaman olmuştu. Abim ve ablam şehir dışında oldukları için annemle ben yalnızdık. Bir pazar sabahı uyandığımda her tarafın bembeyaz olduğunu gördüm. Üç katlı evimizin camından dışarı bakıyordum. Manzara gerçekten harikaydı. Her çocuk gibi ben de çok sevinmiştim. Annem kahvaltı hazırlıyordu. Ben de kahvaltıdan sonra sokağa çıkmanın planlarını yapıyordum. Nedense o anda büyüklerimden duyduğum bir söz aklıma geldi.
"Allah fakire, fukaraya sen acı" dedim.
Bu sözüm üzerine rahmetli annem de "Oğlum Allah onlara acısın elbette ama bize kim acıyacak odunumuz bitti" cevabını verdi.
"Anne bizim paramız var alırız" dedim.
"Oğlum parayı sobaya atarsak ısınamayız" dedi.
O yıllarda kömür henüz memleketimizde yok. İstediğiniz zaman odun bulamıyorsunuz. Ancak sabah ezanında köylerden merkeplerle çok az miktarda odun geliyor. Yakaladın yakaladın, yakalayamadıysan bir gün sonraya kaldın.
Küçük yüreğim burkuldu. Artık babam da yoktu. Birden içimi hüzün kapladı. Korkmuştum ya odun bulamazsak ne yapardık?
O zaman paranın her şey olmadığını anladım ve bu benim hayatımı hep etkiledi. Babam olsaydı ne gam.
Daha sonra sağ olsunlar ailenin büyükleri odunumuzu satın alıverdiler. Rahatlamıştım ama o an yok mu? O an, hep içimde kaldı, aradan yaklaşık 45 yıl geçmesine rağmen"
Bunun için kış ve kar benim içimi burkar.
* * *
1975 Yılında Konya Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesi'ni kazandım. Okula kaydımı yaptırdım. Ama yurt yok. Kimseyi tanımıyorum, ev tutamam. Zaten öğrenciye ev kolay kolay verilmiyor. Kayıt yaptırırken bir arkadaşla tanıştık. Birlikte kesemize uygun otel aradık. Ne kadar kalacağımızı bilemediğimiz için kaloriferli otelde kalmaya cesaret edemedik. Ancak sobası dış salonda olan bir otel bulabildik.
Bir sonbahar günü sayım var sokağa çıkma yasağı olacak denildi. Biz bir gün önce hazırlığımızı yaptık. Ekmeğimizi peynirimizi aldık. Aklımızca her şey tamamdı. Yemekten kurtaralım diye biraz geç kalktık. Bir öğün kar kardır. Canımız sıkıldıkça yedik. Bir süre sonra yiyecekler bitti. Otelde çay yok. Bir bardak çay olsa yetecek ama her taraf tam takır. Hava soğumaya başladı tabii bizde üşümeye başladık. Açlık bir taraftan üşüme bir taraftan. Sobayı yaktırsak otel sahibi yok. Biz yaksak odunluk kale kapısı gibi girmenin imkânı yok. Acıktıkça daha da üşüdük. Neyse akşam beş oldu. Doğru ok gibi açık lokantaya koştuk. Oh çok şükür karnımız doydu. Artan ekmeğimizi de aldık gece yiyeceğiz. Lokantadan çıktık Konya'nın müthiş soğuğu bizi karşıladı. Tekrar üşümeye başladık. Otelimizde bayağı uzaktaydı. Yolda nöbetçi eczanenin önünden geçerken yanan gaz sobasını gördük. Dışardan yanan sobayı seyrettik. O sobanın alevi hala gözümün önünde. Yılan gibi kıvrılıyordu mübarek. Sobaya çok az bakabildik. Seyrettiğimiz vitrin ne ayakkabı, ne de konfeksiyon vitriniydi. Daha fazla yanan alevi seyretmeye utandık. İkimizde biz öğrenciyiz çok üşüdük ısınabilir miyiz diye rica etmek cesaretini gösteremedik. Otele geldik. Otel sahibi gelmişti. Rica minnet sobayı yaktırdık. Ancak kömür sobasında yanan odun ne kadar ısıtırsa o kadar ısındık. Odamıza hiç faydası olmadı. Battaniyeye sarılıp bir iki saat oturduk. Acıktığımızda yavan ekmeğimizi kebap keyfiyle yedik. Titrediğim geceyi hala unutamıyorum. Ocak ayında siz o odanın halini düşünün. Bir süre sonra kaloriferli eve çıktık, her şey geçti ama deldi de öyle geçti.
İşte bunun için sevemiyorum kış mevsimini.
* * *
1978 Yılında öğretmen olarak Malatya'ya tayinim çıktı. Hayata atılmış, çok mutluydum. Bir süre sonra ev tutacak annemi de yanıma alacaktım.
Aralık ayının bir pazartesi sabahı annemin ağır hasta olduğu, çok acele Boyabat'a gitmem gerektiği haberi geldi. Ancak her taraf karla örtülüydü. Ne uçak kalkıyor ne de taksiciler yola çıkmaya cesaret edebiliyorlardı. O yıllarda benzin kıtlığı da işin çabası idi. Maaşımı yeni almıştım cebimde param vardı ama para işte yine işe yaramıyordu. Otobüsle birkaç aktarma yaparak, 8-9 saatlik yolu ancak 19 saatte gelebildim.
Boyabat'a geldiğimde çenesi bağlanmış annemin buz gibi yüzünü, buz gibi ellerini gözlerimden akan yaşlarla öpebildim.
‘Cennet anaların ayağının altındadır'. Bunun için son defa annemin ayağının altını öptüm. Yine ayaklarının altı buz gibiydi. Çok soğuk bir günde buz gibi toprağa kendi ellerimle annemi yerleştirdim. O aralık ayından sonra annemi hiç öpemedim. Şimdi ancak mezar taşını öpebiliyorum. Ama o da buz gibi.
İşte bunun için kış mevsimini ve kar yağışını sevemiyorum.
Camdan bakıyorum. Sabahın ayazında elleri ve yüzü morarmış, üstünde önlükten başka bir giyeceği olmayan, büzülerek okula giden küçücük çocuklar görüyorum.
İçim titriyor.
Hangisine yetişeyim?
Gücüm yetmiyor.
İşte bunun için kar ve kışı sevemiyorum.
KIŞ GELDİ. YİNE GÖNLÜM HOŞ DEĞİL.