OSMAN ÇAKIR / 28 Haziran 2025
Kimi zaman bir dize saplanır yüreğe. Bir şairin tek bir cümlesi, sizin içten içe kurmaya çekindiğiniz, dile getirmeye ürktüğünüz bir hissi dile döker.
Sanki yıllardır kendi kendinize mırıldandığınız ama kimselerin duymadığı o iç sesiniz, bir anda başkasının kaleminden, başkasının defterinden size döner.
Ve o an bilirsiniz: Sadece siz değilsiniz, bu dünyaya, bu çağa tam sığamayan...
Ne diyordu Cahit Zarifoğlu: “Böyle bir çağın insanı olmak imtihan olarak hepimize yeter.”
Zarifoğlu’nun cümlesi işte tam da böyle bir sığınak:
“Böyle bir çağın insanı olmak…”
Hangi çağdan bahsettiği, hangi yorgunluktan, hangi kırgınlıktan söz ettiği çok açık:
Modern çağın, dijital çağın, çivisi çıkmış zamanların insanı olmaktan.
Birçoğumuz sabahları yorgun uyanıyoruz... Uykusuzluktan değil. Bir yığın mesaj ve bildirim, bir sürü haber; her yerde bir tartışma, bir kavga, bir başka mekânda linç, bir gürültü... Herkesin sesi var ama kimsenin sözü yok.
Birbirimizin gözünün içine bakmadan konuşuyoruz. Kalplerin değil, ekranların muhatap alındığı bir dünyada yaşıyoruz artık.
Küçük şeylerin sevinci kayboldu. Bir fincan kahvenin karşılıklı içildiği o eski sessizlikler bile artık yok. Her şey ya gösterilmeli ya da anlamını yitirmiş.
Anı yaşamak değil, anı paylaşmak mühim hâle geldi. Zamanı anlamak değil, zamanı tükettikçe değerli hissetmek…
İşte bu çağın hakikati ya da hakikatsizliği.
Bazen düşünüyorum:
Acaba yanlış zamanda mı doğduk? Daha mahcup zamanlara mı aittik biz?
Posta pullarının, mektupların, sokakta çelik çomak oynayan çocukların, akşam ezanıyla eve dönülen günlerin insanları mıydık?
Bizi anlamayan bir çağın içinde, anlaşılmayı beklemek de ayrı bir yük.
Hayatımızı kolaylaştırması beklenen her yenilik, biraz daha yalnızlaştırıyor bizi.
Eskiden zor ama samimi ilişkiler vardı; şimdi kolay ama sahte bağlar.
İnsanlar bir “görüldü”nün ardında bırakılmış cümlelerde kayboluyor.
Duygular emojilere, düşünceler 280 karaktere sığdırılmaya çalışılıyor.
Ve sanki hepimiz bu hızın ortasında, biraz geç kalmış bir çocuk gibiyiz. Daha oyununu tamamlayamadan paydos zili çalmış gibi...
Kalbimiz yavaşlığa meyilli. Biz uzun uzun konuşmak istiyoruz. Anlatmak, anlaşılmak…
Gökyüzüne bakıp hiçbir şey düşünmeden oturmak istiyoruz. Ama bu çağ, böyle şeyleri lüks sınıfına alalı çok oldu.
Düşünmek bile artık zaman kaybı sayılıyor. Sorgulamak “negatiflik”, içe dönmek “asosyal olmak”, hissetmek “aşırı duygusallık” olarak yaftalanıyor.
Hâlbuki bir zamanlar düşünmek, içe dönmek, hissetmek… hepsi insana dair şeylerdi. Şimdi ise algoritmalara aykırı davranışlar.
Peki ya şükretmek?
Evet, tüm bunlara rağmen nefes alıyor olmak, sağlıklı olmak, yürüyebiliyor, konuşabiliyor olmak bir lütuftur. Rabbimiz her daim şükrü hak eder. Ama insan kalbi sadece şükürle değil, anlamla da yaşar.
Bir insan, neden var olduğunu, neye ait olduğunu bilmeden tam manasıyla huzur bulamaz. Bu yüzden birçoğumuzda tuhaf bir eksiklik var. İsmini koyamadığımız bir boşluk.
Ne yesek doymuyoruz, ne okusak yetmiyor, ne kadar gülersek gülelim içten olmuyor. Çünkü kalbimiz bu çağın kalıbına girmiyor.
Oysa çağ, herkesi belli kalıplara sokmak istiyor.
Zarifoğlu’nun cümlesi, bu yüzyılın en büyük acılarından birine dokunur:
Yerini, zamanını, bağını yitirmiş insanların imtihanı.
Belki de imtihanımız, bu çağda temiz kalabilmek. Yavaş yaşayabilmek. Anlamı arayabilmek. Görünmeyeni, gösterilmeyeni sevebilmek. Melankoli bir kaçış değil bu; hakikatin ta kendisidir.
Dünya bu kadar gürültülüyken bir kenara çekilip susmak bir yenilgi değil, bir direniştir.
Bizi yutan değil, bizi yaşatan zamanların hayalini kurmak bir zayıflık değil, bir zarafettir.
Benim kalbim bu asrın dengi değil, evet. Ama belki de bu yüzden hâlâ çarpıyor.
Çünkü hâlâ özlüyor, hâlâ dua ediyor, hâlâ bazı güzel şeylerin mümkün olduğuna inanıyor.
Kuşak olarak bu çağdan değiliz belki. Ama bu çağın içinde, başka bir dünyanın mümkün olduğunu hatırlatmakla görevliyiz.
Çünkü umut da, tıpkı melankoli gibi, insan kalbinin son sığınağıdır.