

OSMAN ÇAKIR
14 Eylül 2025
Gurbet... Bu kelime yalnızca coğrafi bir uzaklığı değil, aynı zamanda ruhumuzda derin bir yankı uyandıran, tanımlanması zor bir hissi ifade eder.
Kimi zaman yabancı bir ülkenin sokaklarında, kimi zaman da en tanıdık memleketin kalabalığında hissedilen bir yalnızlık hâlidir gurbet.
Başka bir ifadeyle gurbet; köklerimizden, ait olduğumuz topraklardan, bizi biz yapan değerlerden bir kopuşun, bir eksikliğin adıdır.
Memleket dendiğinde aklımıza ilk gelenler; çocukluğumuzun geçtiği sokaklar, ailemizin sıcaklığı, dostlarımızın kahkahalarıdır. Bu imgeler, kimliğimizin temel taşlarıdır.
Ancak hayatın akışı içinde bazen zorunluluklar, bazen de hayallerimiz bizi bu coğrafyadan uzaklaştırır.
Yeni bir başlangıç umuduyla yola çıkarız: Daha iyi bir gelecek, daha parlak bir kariyer, daha ferah bir yaşam...
Fakat bu yolculuk, beraberinde kaçınılmaz bir bedel getirir: Gurbet acısı.
Fiziksel olarak ne kadar uzağa gidersek gidelim, gurbetin asıl sancısı içsel bir yalnızlık olarak kendini gösterir.
Dilini bilmediğimiz bir ülkede, anlamadığımız bir kültürün içinde kaybolmak bir yana; en yakınlarımızla bile aramızdaki mesafenin ruhumuzda yarattığı boşluk, en büyük gurbettir.
Telefonun diğer ucundaki bir ses, uzaktan gelen bir bayram mesajı, memleket kokan bir yemek hayali... Bunlar, gurbetçinin yüreğindeki ateşi körükleyen, hasretini derinleştiren unsurlardır.
Kimi zaman en ironik durumlar yaşanır: Doğduğun, çocukluğunu ve gençliğini geçirdiğin, yöresel dili konuştuğun insanlarla dolu memleketinde bile hissedersin gurbeti. Çünkü orası artık senin olmaktan çıkmıştır. Ortak değerler, alışkanlıklar, günlük ritüeller, hatta espri anlayışları bile farklılaşmıştır.
Kendini tam olarak ait hissetmediğin, anlaşılmadığını düşündüğün her yer — bulunduğun yer memleketin dahi olsa — gurbet kendini yeniden hatırlatır sana.
Memleket dediğimiz yer, sadece binalardan ve sokaklardan ibaret değildir. O; paylaşılan anılarımız, ortak değerlerimiz, birlikte gülüp birlikte ağladığımız insanlardır.
Gurbetteyken bu paylaşılan değerlerin eksikliğini derinden hissederiz.
Bakıyorum da, bayram sabahları aynı sofranın etrafında toplanmak, cenazelerde omuz vermek, düğünlerde bir araya gelmek, sevinçleri paylaşmak gibi basit ama hayati bağlar giderek zayıflıyor.
Peki, bu kaçınılmaz duyguyla nasıl başa çıkılır?
Gurbetin en keskin bıçağı, aidiyetsizlik duygusudur. Bu duyguyla mücadele etmenin yolu, yeni bir aidiyet alanı yaratmaktan geçer.
Bu yalnızca bulunduğun bir yabancı ülkenin ya da bir şehrin kültürüne adapte olmakla kalmaz; aynı zamanda gurbetteki diğer insanlarla bağ kurmakla da mümkündür.
Ortak deneyimleri paylaşmak, birbirine destek olmak, küçük de olsa bir topluluk oluşturmak, bu yalnızlık girdabında birer can simidi olabilir.
Diğer yandan, memleketle olan bağları canlı tutmak da gurbetin yükünü hafifletir.
Teknolojinin sunduğu imkânlarla sevdiklerimizle iletişimde kalmak, memleket haberlerini takip etmek, hatta memleket yemeklerini pişirmek, bu topraklara olan bağlılığımızı diri tutar.
Ancak bu bağları kurarken dikkatli olmak gerekir; geçmişe duyulan özlem, geleceğe dair umutlarımızı köreltmemelidir.
Gurbet, aynı zamanda bir gelişim ve öğrenme sürecidir. Farklı kültürleri tanımak, yeni beceriler edinmek, vizyonumuzu genişletmek için eşsiz bir fırsattır.
Sonuç olarak gurbet, hayatın bir gerçeğidir. Kimileri için kısa süreli bir deneyim, kimileri içinse bir ömür süren bir yolculuktur.
Önemli olan, bu yolculukta kaybolmamak; ruhumuzdaki boşluğu anlamlı bağlarla doldurabilmektir.
Gurbet, kendini en yalnız hissettiğin yerdir. Ancak bu yalnızlığın içinde yeni güçler keşfedebilir, kendimizi yeniden tanımlayabilir ve en önemlisi, ait olduğumuz yere olan sevgimizi daha da derinleştirebiliriz.
Belki de gurbetin en büyük dersi budur:
Gerçek yuvanın yalnızca bir coğrafya değil, aynı zamanda kalbimizin ta kendisi olduğunu anlamak.
